8 Ağustos 2020
Zürih-Luzern-Lungern
Konstanz’dan yola çıkıyoruz, İsviçre sınırından geçiyoruz. Kontrol yok. 70 km/bir saat civarında yolumuz var. Tüm İsviçre gezisi boyunca aklımda olan tek bir yer var: Voltaire Kabaresi. Bu ifadeyi sürekli tekrarlayarak Barbi ve Mehmet’in başını ağrıtıyorum.
Bir saat sonra Zürih’teyiz. Şık bir şehir. Herhalde böyle tanımlamak gerek.
Otomobille seyahat ediyorsanız Avrupa’daki bir şehirde yaşayacağınız en büyük problemlerden biri park sorunudur. Şu işaretlerin canımı sıktığı o kadar çok an hatırlıyorum ki!
Uygulandığı zaman bu kadar sıkıcı olan başka bir kural var mıdır, bilmiyorum. Türkiye’deki gibi kaldırıma park etme, arabayı yasak bir yere bırakma olayları burada pek vaki değil. Üstelik dörtlüleri yakmak da olayı meşrulaştırmıyor ki zaten dörtlülerin bile yanması için önceden takdir edilmiş somut sebepler gerek burada. Neyse uygun bir park yeri bulup arabayı çekiyoruz, çöküp azığımızdan yiyoruz. Öylesine açız ki öylesine tatlı geliyor yediğimiz sarmalar. Uzun sürmüyor, bir yokuş çıkıyoruz, bir yokuş iniyoruz. Bir an önce kabareye gitmek niyetindeyim. Barbi’yi ve Mehmet’i ardımdan sürüklüyorum. Daracık sokaklarından geçiyoruz Zürih’in, yokuşlar inip yokuşlar çıkıyoruz ve sonunda Speiegelgasse’ya giriyoruz. Voltaire Kabaresi tam karşımda duruyor şu an.
Neler geçmiyor ki aklımdan! İçeri giriyoruz. İçerisi bir kütüphane gibi düzenlenmiş. Girişte kitaplar var, stantlar açılmış, kitaplar, fanzinler ve birtakım basılı malzemeler sergileniyor. Girişte, hemen karşıda bir kürsü duruyor, kürsünün arkasında uzun boylu, sarışın bir beyefendi. Yanına yaklaşıp kabareyi gezmek istediğimi söylüyorum. Hugo Ball üzerine sohbet ediyoruz biraz. Çeviriler, dadacılar falan. Kitapları gösteriyor bana. Koca külliyat. Hepsine birden sahip olma isteği uyanıyor içimde. Birkaçının künyesini inceliyor, arkasına bakıyorum. 40-50 Frank civarında kitaplar. Çok pahalı diyorum kendi kendime. Bu ifadeyi İsviçre’de ne kadar tekrarladım bilmiyorum. Birkaç fanzin, gazete ve afiş-broşür alıyorum.
Birkaç merdivenle inilen bir oda daha var bodrumda. Oraya inmek için izin istiyorum. Görevli alt katı, yani bahsettiğim bodrum kısmını ve şu an içinde olduğum kütüphane kısmını saat 18.00’da kapatacağını söylüyor. Saate bakıyorum, 18.00’a 8 var. Bilseydim daha hızlı gelirdim buraya. Yolda oyalanmazdım. Neyse, 8 dakikam var diyorum görevliye ve alt kata iniyorum. Çok da bir şey yokmuş orada. Sergiledikleri birkaç görsel çalışma, hepsi bu. Alt katlar kilitleniyor, en üst kata çıkıyorum. Orası kafeterya ve ayrı bir girişi var yan sokaktan. Dadayı çağrıştıran pek bir şey göremiyorum. Küçük bir sahne var, iki de misafir. Oturmuş bir şeyler içiyorlar. En arka masalardan birine geçiyorum, dergi için bir video çekmek için. Ne kadar sakin bir yer. Hugo Ball’ı düşünüyorum, Emmy Henings’i, Hans Arp’ı, Man Ray’i, Richard Huelsenbeck’i, Kurt Schwitters’i ve “Anna Çiçek”i. “Ah sen, 27 duyumun aşkı, sana seviyorum!”
Kaydı başlatıyorum. Sipariş için yanıma yaklaşan garson, kayıt aldığımı görünce uzaklaşıyor.
Birkaç dakika sonra diğer çıkıştan dışarı çıkıyorum. Barbi ve Mehmet dışarıda, beklemekten usanmış bir halleri var, özür diliyorum.
Yürümeye devam ediyoruz. Ara sokaklardan geçiyoruz yine. Sokaklarda İsviçre bayrakları görmek beni şaşırtıyor. Çünkü Almanya’da sokakları bayraklarla donatma kültürü yoktur.
Yürürken fark ediyorum ki şehrin tarihî yapısı müthiş muhafaza edilmiş. Alışveriş yapılan dükkânlar bile tarihî dokunun o akıl almaz seyrine ayak uydurmuş. Bizde de vardır hani, bazı bankaların bilhassa karşıdan görülen cephelerinde tarihî bir hava sezilir. Tarihî bir yapı bankaya dönüştürülmüş gibidir ya da çok eski bir tarihte inşa edilmiş bir banka izlenimi verir bu yapılar. İşte Zürih’i baştan ayağa böyle düşünün.
Vitrinlerden bakıyorum. Meşhur İsviçre saatleri ve çakıları. Ortalama 500 Frank’a bir kol saati alabilirsiniz. Fiyatlar çok çeşitli ama çeşitlilik skalası hepten pahalı. Yürüyor ve bir meydandan geçiyoruz. Küçük çapta bir protesto ilişiyor gözümüze. İlişiyor, çünkü öyle bağırış çağırışlar yok. Sessiz ve görsel bir protesto. “Sırbistan için demokrasi”, “Demokrasi diktatörlük değildir” gibi pankartlar açılmış.
Bazı fotoğraflar çektikten sonra ayrılıyoruz meydandan. Bacaklarım ağrıyor yürümekten ve susuyorum.
İsviçre’de en çok hoşumuza giden şeylerden biri sokakların çeşmelerle dolu olması. Bu bir Türk için şaşılası değil, biliyorum. Ama Alman sokaklarında, su içebileceğiniz bir çeşme görme ihtimaliniz çok düşük. Oysa İsviçre’de bu tip hayratlar çok fazla 🙂 Bir çeşmeye denk gelmiş olmak beni pek sevindiriyor ve başta içme konusunda tereddüt etsem de suyun serinliğine dayanamayıp kana kana içiyorum.
Biraz sonra yine bir Münster Katedrali’nin önündeyiz. Ne çok Münster var. Katedralin önündeki meydanda bir sandalye çekip oturuyorum ve kabareden aldığım gazetelere bakıyorum.
Yürüyüp Zürih Gölü’nün etrafında dolaşıyoruz biraz. İskeleye gemiler yanaşıyor, İsviçreliler gemilerden inip gemilere biniyor. Hafif bir rüzgâr esiyor ve hava çok güzel. Güneşli olduğu için değil, ben yağmuru da karı da çamuru da çok severim, güzel olduğu için güzel. Kıyı boyu yürüyoruz. Göle girenler var, şortlarımız arabada kaldığı için biz giremiyoruz ne yazık ki. Ah çeken bir tabela çıkıyor karşımıza ah çekiyorum…
Saat 19.00. Konstanz ve Zürih’te çok oyalandık. Son kez birkaç hediyelik eşya dükkânına girip anılık alıyoruz ve indiğimiz yokuşu çıkıp otoparkta bekleyen arabaya atlıyoruz, tekrar asfaltta buluyoruz kendimizi.
Ah Luzern Ah Lungern
Saat 19.00’ı geçiyor. Luzern yolundayız. 50 km’den fazla bir yolumuz var. Trafikten ötürü Luzern’e gelişimiz geç bir saati buluyor. Park sorunu. Ücretli bir park yeri buluyoruz yine, ancak oradaki park sistemini anlayamadığımızdan, nasıl park edeceğimizi birine sorma gereği duyuyorum. Karşıdan gelen yaşlı bir İsviçreliyi durdurup soruyorum ve bingo! Adam inanılmaz İsviçre aksanıyla Barbi’nin ev sahibini mumla aratıyor. Kurduğu 20 cümleden işime yarayan 3 tanesini adamakıllı anlıyorum ve park edip şehri turlamaya çıkıyoruz. İstasyon civarlarında, su kenarında bir yeşillik bulup oturuyoruz. Yemek işi tamam. Hava adamakıllı karardı. Artık sokak lambaları olmadan şehirde dolaşmanın imkânı yok. Biz de dolaşmıyoruz zaten. Hiçbir yerini göremeden Luzern’den ayrılıyoruz. Hayalini kurduğumuz birkaç noktayı göremeden şehirden ayrılıyor olmak can sıkıcı. Asıl can sıkıcı olan Lungern’i de göremeyecek oluşumuz, çünkü programımızda Luzern’den sonra Lungern’in muhteşem doğasının keyfini çıkarmak vardı. Bir de unutmadan diyeyim: Bu gece nerede yatacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok.
Luzern-Lungern arası 40 km. Varışımız 23.00 civarını buluyor. Bütün gün sokak sokak dolaştığımızdan çok yorulduğumuzu fark ediyoruz ve bir an önce uyumak geçiyor içimizden. Ancak çadırları nereye kuracağımızı bilmiyoruz. Kırsal bir yerdeyiz, belli, her yer zifiri karanlık. Birkaç ışığın önümüze yansımasından bir gölün kenarında olduğumuzu hissediyoruz. Tenha bir yoldayız ve yolun kenarında arka arkaya park etmiş iki karavan görünce arabayı oraya çekiyorum. Burada yatalım diyorum. Barbi ve Mehmet tereddüt ediyorlar. Böcekler, bir dizi salyangoz, hafif ıslak ve engebeli, çakıllı zemin onları tereddüt ettiriyor. Ben oldukça kararlıyım orada gecelemek konusunda, zira aksi halde zaten gidecek başka yerimiz yok. Hiçbir noktasını gündüz gözüyle göremediğiniz ve gece dahi hiçbir şeyi seçemediğiniz yabancı bir memlekette polisten, jandarmadan ve kalabalıktan uzakta bulabildiğiniz en iyi yer bulunduğunuz yerdir. İki büklüm arabada yatmak da istemiyorum üstelik. Otobüslerde ve otomobillerde, daha doğrusu boyun boşluğumun dolmadığı, ayaklarımı uzatamadığım hiçbir yerde rahat uyuyamam.
Fırlat kur çadırımı iki saniyede kuruyorum ve içine giriyorum. Barbi ve Mehmet de ikna olup kuruyorlar çadırlarını. Mehmet kahve yapıyor oto çakmaklı su ısıtıcısıyla. Çok zaman alıyor suyun ısınması. Ben içmiyorum. Uyku tulumumun içine giriyorum. Bir sigara. İyi gidiyor karanlığa bakarak. Ve tam olarak nerede uyuduğumu bilmeden biraz sonra bir sigara daha yakıyorum ve bomboş… Ne okullar, öğrenciler ne yetişmesi gereken bir yazı ne zonklayan bir kafa. Mis gibiyim. Uykuya dalıyorum. İyi geceler paşam, iyi geceler Lungern.