Freiburg im Breisgau
21.12.2019
Üşüttüğüm İçin
Almanya’ya geleli iki aydan fazla oldu. Mühlheim am Main’da iki odalı bir ev tuttuk ve çocuklarla buraya yerleştik. Görevli olduğum dört okuldan üçünde ders vermeye başladım. Çocuklar Türkçe öğrenmeye çok hevesli; ancak ne yazık ki Türkçe seviyeleri pek de iyi değil. Yürütmekle mükellef olduğum bir vazife ile geldim bu ülkeye: Türk çocuklarına Türkçeyi ve Türk Kültürünü öğretmek.
Türkiye’de kafam rahat değildi. Hatta çoğu kez kendimi herhangi bir yerde konumlandıramıyordum. Kolay ve sık yer değiştiririm bu yüzden. Bulunduğum şehirlerden memnun olmam ekseriyetle. Bir zaman sonra bu durumumu Türkiye ile ilişkilendirmeye başladım. Belki de binlerce kilometre uzağa kaçmamın sebebi buydu. Ancak Almanya’ya geldiğimde anladım ki kendimi buraya da ait hissetmiyorum. Galiba ben dünyada olmak ile imtihanlıyım.
Bugün 21 Aralık 2019. Cumartesi. Almanların en çok içtiği günlerdendir cumartesi. Hafta içi çalışıp hafta sonu deli gibi içiyorlar. Ama sarhoş göremezsiniz bir Almanı. Acaba bir Rus ve bir Alman yarışsa kim ayakta kalır en son? Nerden bileyim!
Kuzey Yarım Küre’de en uzun gündüz yaşanacak bugün. Yani bugün bir Almanın içmek için daha çok vakti olacak, bir Türk belki bugün ne bileyim… Mutluluğun da mutsuzluğun da vakti uzun. Bense ne mutluyum ne de mutsuz. Güney Batı Almanya’da bulunan Freiburg im Breisgau şehrine gitmek için saat 10.50’de kendi aracımla yola çıkıyorum. Yalnızım. Mühlheim ile Freiburg arası yaklaşık 300 km. Üç-üç buçuk saatte matlubuma varırım diyorum.
Güzergâhım üzerinde ekseriyetle hız sınırı yok. Yollar trafik kazaları sebebiyle zaman zaman tıkanıyor. Hız sınırı olmayan yollarda adım hızına düşüyoruz bazen, tampon tampona ilerliyoruz. Önüm açılınca gaza basıyor, yanımdaki araçları birer birer geçiyorum. Kıyısında mukim olduğum Frankfurt gibi bir metropolden kırsal bir memlekete doğru yol aldığımı hissediyorum. 150-160 beygir gücünde bir aracın yanındayım. Aracın şoför koltuğunda bir kadın var. Kadının altında yaklaşık 160 beygir gücünde bir araba, arabanın arkasında bir römork, römorkun içinde mahpus bir beygir. Yolda karavanlar… İnsanlar burada hakikaten rahat bir hayat sürüyor. Öldürülen kadın haberleriyle, şehit haberleriyle, ekonomi haberleriyle örselenmiyor yürekleri biteviye. Televizyonlarını her açtıklarında böyle haberlerle ve birbirlerine hakaret edip duran siyasetçilerle karşılaşmıyorlar. Bizim gibi talimli değiller acılara. Sokaklarında sürekli korna sesi yok, trafikte birbirlerine bağırıp çağırmıyorlar; ev, araba ve birtakım teknolojik gereçleri almak için ömürlerini heba etmiyorlar. Kanaatkâr olduklarından falan değil; her şeyi ucuza alıp kullanabildiklerinden. Velhasıl bu memlekette stres falan yok. Hatta biraz abartırsam, Cahit Sıtkı’nın dediği “Olursa bir şikâyet ölümden olsun” gibi bir diyar.
Her şeyin bir kuralı var ve insanlar bu kurallara uyuyor. Belki de bu yüzden 80-90 yaşından önce ölmüyorlar. Evet, mukadderat, biliyorum. Ama ben inanıyorum ki çalışan insanın ömrü de uzun olur. Biz, others grubu mensupları, 70-75 deyince tası tarağı topluyoruz. Bize ölmek daha kolay…
Yol kenarında bir tabela görüyorum. Tabelada “Autobahn Kirche” yazıyor, yani otoban kilisesi. Türkiye’de şehirlerarası yollarda gördüğüm mescit tabelalarını düşünüp gülümsüyorum.
Saat 13.40, küçük bir mola veriyorum. Freiburg’a 44 km var. Bir ayaküstü restoranına girip karnımı doyuruyorum. Tesiste polisler dolaşıyor. Evrak sorunum olmamasına rağmen polis tarafından durdurulmak istemiyorum; polisler her zaman için kusur bulma yetisiyle donatılmıştır. Lüzumsuz bir sorguda muhatap olmamak için uzaklaşıyorum oradan, tekrar çalıştırıyorum kontağı.
Freiburg’dayım. Uzun adıyla Freiburg im Breisgau. Bu şehir İsviçre’ye 60, Fransa’ya 25 kilometre uzaklıkta. Yaklaşık 230 bin insan uyanıyor burada her sabah, 230 bin insan uyuyor her gece. Baden-Württemberg eyaletinin dördüncü büyük şehri olan Freiburg’un içinden geçip yaklaşık 2900 kişinin yaşadığı Ebringen kasabasına giriyorum. Yol kenarlarında üzüm bağları var. Hava 8 santigrat derece ve ben, birkaç ay önce Erzurum yolunda tanışıp ünsiyet kurduğum Mehmet hocanın evinin önündeyim. Mehmet hoca beni görünce koşarak aşağı iniyor. Sarılıp yukarı çıkıyoruz. Ev 90 metrekare, Almanya şartlarına göre büyük. Ama çok dağınık. Hoca henüz yerleşememiş doğru düzgün. Çoluk çocuğu da henüz getirememiş Türkiye’den. Bedeni Almanya’da, ruhu Türkiye’de yaşıyor. Pek mutlu değil. Mutfağa geçip birer sigara yakıyoruz, Mehmet hoca çay demliyor. Kapılardan birinde Novalis’in “Kim duyarsa kelebeklerin güldüğünü / bilir ki bulutların nasıldır tadı / ay ışığına kalacak o adam, huzurla / inkişafına varacak gecenin” mısralarıyla başlayan şiiri gözüme çarpıyor. Dağınık ev benim için bu şiir oluyor artık.
Çayımızı içtikten sonra şehri gezmek amacıyla dışarı çıkıyoruz. Hava soğuk. Mehmet hoca benden fazla üşüyor. Hugstetter Sokağı’na giriyoruz, caminin bahçesine arabayı park ettikten sonra yürüyerek dalıyoruz şehrin sokaklarına. Yolda Mehmet hoca Freiburg’da karşılaştığı bir protesto gösterisinden bahsediyor. Vejetaryenler “Kein Döner”[1] diye bir protesto gösterisi tertip etmiş birkaç ay önce. Bizimkiler de göstericilere yaklaşıp “neden suşi değil de döner” diye sormuş. Göstericiler de gösteriyi sırf dönere karşı değil; tüm et ürünlerine karşı düzenlediklerini dile getirmiş. Dönerin etin tüm türlerini temsil kabiliyetini haiz olması, bana, İsmet Özel’in Türk deyince Müslüman anlaşılır yönündeki varsayımını hatırlattı. Bundan bahsettim hocaya, gülüştük. Mehmet hoca edebiyat öğretmeni bu arada. 28 Şubat dönemi mağdurlarından. İmam hatip lisesi mezunu olduğundan akademiye girememiş, isminin üstü her fırsatta çizilmiş. O da Melbourne Üniversitesi’ne başvurmuş asistan olmak gayesiyle. Kabul edilmiş ama maddi imkânsızlıklar yüzünden gidememiş Avustralya’ya. Evet, üniversiteye kayıt olduktan sonra kendisine geri ödenecek olan uçak parasını bulamadığından olmamış işi.
Yürümeye devam ediyoruz. Karşımızda Freiburg Tiyatro binası. Burada bir oyun izlemek isterdim ama ne yazık ki bunun için vaktimiz yok. Binaya bakmakla yetiniyoruz.
Az önce saptığımız sokakta müzik yapan bir grup var. Kilise müzikleri çalıyorlar. Noel yaklaştığından her yerde ışıklı süslemeler görmek mümkün ve ilahi söyleyen Hristiyan çocuklar. Noel pazarları şehrin çeşitli yerlerinde. Meşhurdur Noel pazarları Hristiyan ülkelerinde. Weihnachtsmarkt diyor bu pazarlara Almanlar. İnsanlar bu alanlarda toplanıp Glühwein (sıcak şarap) içiyor, çeşitli sosislerden yiyor ve eğleniyor. Çeşitli hediyelik eşyalar satılıyor bu pazarlarda. Kavrulmuş badem, şekerlemeler. Çocukların eğlenmesi için kurulmuş portatif parklar. En çok çocuklar eğleniyor Noel’de. Okullarda onları Noel’e hazırlayan öğretmenleri var. Noel için kırsalda çam ağaçları satılıyor. Eğlenen insanların yanından geçip gidiyoruz. Burnuma dayanamayacağım kadar kötü bir koku geliyor, burnumu yakamdan içeri sokuyorum ve adımlarımızı sıklaştırıyoruz.
Freiburg’un çok büyük bir şehir olduğunu söyleyemem. Ama buna rağmen Türkiye ile kıyasladığımda asıl demir ağlarla örülü olan yerlerin buralar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yani bütün Almanya. Şehrin her yerinde tramvayları, trenleri görmek mümkün. Hatta Almanya’da en ücra köylere bile tren seferleri mevcut. Burada toplu taşımada başlıca demiryolu kullanılmakta. Bu hoşuma gidiyor. Sokaklarda sürekli korna çalan, birbiriyle kavga eden, içinde birileriyle ister istemez diyaloga girmek zorunda olduğunuz minibüsler, minibüsçüler yok. Almanya’da minibüs yok. Bu güzel. İstasyonlar güzel.
Sokakları birer birer geçerken gözüme bir dükkân ilişiyor. Bir harita dükkânı. İçeriye giriyoruz hocayla. Bin bir çeşit harita görüyorum, eski, yeni. Dünya haritaları, ülke ve şehir haritaları. Biraz bakınıyoruz, Hülya’ya harita desenli bir pasaport kılıfı alıyorum ve kendimizi yeniden sokağa atıyoruz. Biraz sonra kocaman bir kiremit karşımızda beliriyor: Devasa yapısıyla Münster Katedrali. Katedrali görünce aklıma hemen nereden duyduğumu hatırlayamadığım şu soru geliyor: Neden camilerin çatısına güvercinler, kiliselerinkine kargalar tüner?
Soruyu bir kenara bırakıp tasvirlerle donatılmış kocaman kapısını aralayıp katedrale giriyoruz. İçerisi karanlık. Daha önce de benzer muhteşem örneklerine şahit olduğum vitraylı camlardan ışık huzmeleri sızıyor içeriye. Ancak içeriye boğucu bir hava hâkim. Biraz ilerliyoruz. Mumların önünde dua eden insanlar var. Tanrım, ey babamız bizi bağışla diye mırıldandıklarını duyar gibiyim. Dua etmek hep ilginç gelmiştir bana. İnsanın kendisini bundan daha aciz hissettiği bir an olamaz herhalde. İster muza tap ister Allah’a. Elini açınca aciz bir dilenciden farkın yok. Zaten öyle. Kimseyi rahatsız etmeden birkaç fotoğraf çekiyorum. Mehmet hoca koluma dokunuyor, senden başka fotoğraf çeken yok, bir arıza çıkaracaksın, diyor. Aklıma Sultanahmet, Ayasofya ve diğer İstanbul camileri geliyor, gülümsüyorum. Karşıda çarmıha gerilmiş İsa heykelinin bana baktığını görünce irkiliyorum. Sola dönüyoruz. Fotoğraf çekenler ve çeşitli heykellerden müteşekkil bir tasvir… İnekler, koyunlar, deve, köpek, merkep, bir yığın saman ve eski püskü kıyafetler içinde insanlar… İsa’nın doğum anının aktarılmaya çalışıldığını anlıyoruz. Luka 2: 1-20’de böyle geçer doğum hadisesi. İçeride çok fazla durmadan katedralden, Münster Meydanı’na çıkıyoruz. Meydanda ortasından heykeller yükselen havuzlar var. Her biri özenle yapılmış heykellerin. Şövalye, Meryem Ana, papaz tasvirleri her yerde. Bu nişanlar, içinde yaşayanların yüzde 33’ünün Katolik, yüzde 21,2’sinin Evangelist, yüzde 45,8’inin dinsiz ya da başka dinlere mensup olduğu bu şehrin, bir Hristiyan şehri olduğunu göstermeye yetiyor.
Meydan kıpkırmızı. Adeta tüm yapılar sepya modunda fotoğraflanmış. Meydanda Historisches Kaufhaus adında bir bina var. Bu yapı etraftaki her şeyden daha kırmızı. Tarihî bir alış veriş merkezi. Önünden geçiyoruz. Etrafımızı çepeçevre saran bunca kızıllığın içinde sarı bir bina ilişiyor gözümüze: Alte Wache. Burası meşhur bir şarap dükkânı. Önü çok kalabalık ve gürültülü. İnsanlar, “Güneş tarafından şımartılmış” iltifatına malik meşhur Baden şarabı içiyor burada.
Meydandan ayrılıyoruz. Hava kararıyor yavaş yavaş. Portofino Cafe’ye giriyoruz ve yine Erzurum yolunda tanıştığım Barbaros hocayı arıyoruz telefonla. Barbaros gelince üç kahve söylüyoruz, ben ve Mehmet hoca sigaralarımızı yakıyoruz. Hava soğuk. En çok Mehmet hoca üşüyor. Biraz oturuyoruz. O üşüdüğü için kalkıyoruz.
Hesabı ödüyoruz, daha doğrusu onlar ödüyor. Bilirsiniz adettir, ödemez hesap misafir. Oysa bu koca ülkede hepimiz misafiriz en nihayetinde. Yürüyoruz. Sürekli yürüyoruz. En çok Mehmet hoca üşüyor, en çok ben sigara içiyorum. Barbaros mutlu, sigara içmiyor ve üşümüyor. Mehmet hoca babasının, zamanında 100 bin Mark ile Almanya’dan döndüğünden, 40 bine traktör, 60 bine tarla aldığından bahsediyor. Neticede bir hastalık geçirdiğini ve sigortası olmadığından bütün malını sağlığına harcadığını söylüyor. Öyledir. Uğruna vakit harcanan şeyler temel ihtiyaçlar karşısında nasıl da diz çöküyor bazen. İnsan nasıl da diz çöküyor.
Bahçesine arabayı park ettiğim camiye yürüyoruz. Caminin hemen bitişiğinde, camiye ait bir restoran var. İçeri giriyoruz. İçerisi sıcak. Ben döner istiyorum, Mehmet hoca kuru fasulye, Barbaros mercimek çorbası. Televizyonda Galatasaray-Göztepe maçı var. Yemekleri yedikten sonra aşçı yanımıza geliyor, tanışıyoruz. Palulu olduğumu öğrenen herkesin verdiği o meşhur ilk tepkiyi veriyor: Yanımda olanlara aslında benim ne kadar tehlikeli ve korkulası biri olduğumu anlatmaya çalışıyor tuhaf hareketlerle. Bingöllü aşçı. Biraz sonra bize sebzeli bir döner tabağı, dolma ve bulgur pilavı ikram ediyor. Ben birkaç kaşık alıyorum ve çekiliyorum. Mehmet hoca ve Barbaros bitirmek için zorluyorlar kendilerini ama bitiremiyorlar. Yemekten sonra aşçı ile vedalaşıyoruz, Barbaros’un evine gitmek üzere arabaya biniyoruz. Mehmet hoca da Barbaros da Almanca bilmiyor. Barbaros Ebay adındaki bir internet sitesinden beğendiği yatağı gösteriyor bana. Satıcıyı arayıp görüşmek istediğini iletmemi istiyor. Adamı arıyorum ve evine gidiyoruz. Barbaros yatağı beğeniyor. Fiyatı 50 Euro. İndirim istiyor, 40 Euro’ya alıyoruz yatağı. Ev Barbaros’a yakın. Eve yürüyoruz. Varınca hemen çay demleniyor tabii. Çay gelince sohbet ediyoruz. Ben çok yorgunum ama konu şiire varınca gözlerimi açıyorum. Mehmet hoca Türk şiiri öldü diyor. Ulan şiir öldü de biz makarna mıyız diyesim geliyor, demiyorum. Çok konuşmadan ona “Geber Sesi” şiirini okuyorum. Nasıl diye soruyorum, beğeniyorlar. Gençleri takip etmediklerini anlıyorum. Ziyanı yok. Zaten T. S. Eliot da gençlerin çok fazla takipçisinin olmasına ve bir anda herkes tarafından tanınıp sevilen bir şair olmasına gerek olmadığını söyler, hem tanınması tehlikelidir de, der. Çünkü bu durumda insanlara alışık olduklarından başka bir şey vermiyordur genç şair. Önemli olan her dönemde kendisini okuyacak ve anlayacak küçük bir kitleye sahip olmaktır diye de ekler. Bunlar aklımdan geçiyor. Türkiye’deki edebiyat çevresini düşünüyorum, içim sızlıyor…
Başka konulara geçiyoruz. Almanya ve Türkiye arasında sıkı bir kıyas yapıyoruz. Neticede Türkiye’deki insanlık kaybediyor. Bu öyle hamasi bir şey değil. Körü körüne bağlılık değil. Nazlı bir gelin bizim için Türkiye. Öz vatanımız. Ancak kural tanımayan, neredeyse her işini konuşma becerine ve içerideki adamlarına göre yapabildiğin bir ülke Türkiye. İçimiz acısa da Almanlar kazanıyor. Bu kez onlar kazanınca biz de kazanamıyoruz. Bizden iyi oldukları yüzlerce özellik sayabilirim. Gerek yok. Geçen Berlin’den radyo yayını yapan Türk radyosu Metropol FM’i dinliyordum. Radyoya Türkler bağlanıyor ve hangi yollarda radar olduğunu dinleyicilere bildiriyor. Trafik kurallarına titizlikle uyan vatandaş enayi midir, soruyorum.
Sohbet çok uzuyor. Saat 02.00, kalkıyoruz Mehmet hocayla. Ebringen’e gidiyoruz. İşte evdeyiz. Mehmet hoca kaloriferi kapatmış. Üşüyoruz. En çok o üşüyor. Yarın nereye gidelim diyorum. Pek ilgilenmiyor. Siz Barbaros’la gidin, ben bugün çok üşüdüm, böbrek hastasıyım, böbreğimi korumalıyım, diyor. Böbrek nakli olmuş. Yatağa gidiyorum, canım çok sıkılıyor. Bu iyi adamı üşüttüğüm için.
22.12.2019
Moskova Berlin Değildir
Uyanıp kahvaltı yapıyoruz Mehmet hocayla. Bugün Pazar. Alman şehirlerinde Pazar günleri ölü gibidir. Neredeyse tüm dükkânlar kapalı olur. Ekmek bile bulamazsınız bazen. Hocayla vedalaşıp Barbaros’a gidiyorum.
Barbaros’la yola çıkıyoruz ve biraz sonra Seepark’tayız. Burası küçük bir göl. Çok fena yağmur yağıyor, yağmur altında yürüyoruz, şemsiye falan yok. İnsan biraz ıslanınca ölmez, eline ayağına biraz çamur bulaşınca, toprağa basınca çıplak, ölmez hemen. Bu kadar narin değil insan fıtratı. İnsan insana narin olsun yeter. Yollarda birtakım arma işlemeler var. Sonradan bu armaların kimisinin Freiburg’un kardeş şehirlerini temsil ettiğini öğreniyorum. On iki tane kardeş şehri var Freiburg’un: İsfahan, Guildford, Innsbruck, Suwon, Granada, Padua, Madison, Tel Aviv, Matsuyama, Lwiw (Lemberg), Besançon, Wiwilí.
Yağmur çok fena yağıyor, ıslanıyoruz, rüzgâr var. Bir köprüden geçiyoruz. Köprü korkuluklarına âşıklar kilitler takmış. Birçok şehirde bunlardan var, daha önce de görmüştüm. Âşıklar kilidi korkuluklara kilitliyor, anahtarı göle, nehre atıyor. Bu vesileyle aşklarını ölümsüzleştirdiklerini düşünüyorlar. Bizim ağaçlara çaput bağlamamız gibi batıl. Ancak insan gençlikte inansa da inanmasa da böyle şeyler yapabiliyor.
Köprünün sonunda kardeş şehir Insbruck’un hediye ettiği bir küçük anıt duruyor. Geçiyoruz. Gölün etrafında yine üzüm bağları ilişiyor gözüme. Bu kadar insanın şarabını temin etmek için midir bu kadar üzüm bağı diye düşünmeden edemiyorum. Biraz yürüdükten sonra arabaya atlıyoruz ve Seepark’tan ayrılıyoruz. Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra eski şehrin tarih kokan sokaklarına dalıyoruz. Eski şehir ve Freiburg’un Stühlinger bölümünü birbirine bağlayan bir köprünün üzerine çıkıyoruz, Wiwilí Köprüsü. Köprü motorlu araç trafiğine kapalı, sadece yayalar ve bisikletliler kullanabiliyor. Hemen Freiburg Ana Tren Garı’nın yanında, arkasında Herz-Jesu Kilisesi. Köprü üzerinde Trump karşıtı ve kadın tecavüzlerine karşı yazılar var. Köprüyü geçerken sağda devasa bir bina görüyoruz. Bisiklet kiralama merkezi. Yüzlerce, binlerce bisiklet var içeride. Üst katta bir kafeterya görünüyor, bisikletliler manzara eşliğinde içeceklerini yudumluyor.
Köprüyü geçiyoruz, karşımızda Herz-Jesu Kilisesi. Kilise kapalı. Önünde geniş bir bahçe. Siyahiler cirit atıyor, ellerinde bira kutuları. Barbaros bana bu alanın siyahiler tarafından esrar, hap alışverişi için kullanıldığını söylüyor. Devam edelim diyorum. Yağmur bastırıyor, hızlanıyoruz.
Her yerde heykeller var. Avrupa’da heykel önemseniyor. Ama heykelleri yapan sanatçıların adlarına bu şehirde pek rastlamadım. Sanatçıya haksızlık değil mi? Bazıları kalıntı evet, ama hepsi değil. Tekrar eski şehre doğru yol alıyoruz. Uzun bir yürüyüş oluyor.
İşte yine Freiburg Tiyatro Binası’nın önündeyiz. Sağımızda üniversite kütüphanesi. Modern bir bina. Tamamen camdan. Koca bir yeşil fanus içinde yanan sarı ışıklar düşünün. Yağmur şiddetini arttırıyor, sırılsıklam olduk. Kendimizi kütüphanenin içine atıyoruz. Bir yer bulup oturduktan sonra montlarımızı çıkarıp kurutuyoruz. Bir anda gözüme bir yazı takılıyor: “Moskau ist nicht Berlin” (Moskova, Berlin değildir.). Yaklaşıyorum. Michail Bulgakow’un biyografisi çarpıyor gözüme ilk olarak. Okuyorum. 2019 Rus Kültür Günleri anısına Albert-Ludwigs-Üniversitesi’nde Bulgakow’un anısına ayrılmış bir bölüm burası. Bulgakow’un “Usta ile Margarita” romanının el yazmasını görüyorum. Yazma nüshanın altındaki yazıyı Türkçeye şöyle aktarmak mümkün:
Michail Bulgakow – Usta ile Margarita (İlk Metnin El Yazması-1928) (Rusya Devlet Kütüphanesi-Kopya)
Michail Bulgakow esasında romanın tamamını ortadan kaldırmak niyetinde değildi. El ile yazdığı her yaprağı ortadan yırttı ve yaktı. Bu sebeple her yapraktan ancak bir kısım kaldı geriye, öyle ki bu el yazması metin sonradan tekrar oluşturulabildi. Böylece romanın ilk metninin son metinden oldukça farklı olduğu biliniyor: Yani ilk başta ne usta vardı ortada ne de Margarita.
Bu eserin Almanya’da tiyatro sahnelerine de taşındığını öğrendikten sonra kütüphaneden ayrılıyoruz. Binanın karşısında Eski Sinagog Meydanı var. Almanların, zamanında işledikleri yüz kızartıcı suçlar her fırsatta karşılarına çıkıyor. Tarih insanın peşini bırakmıyor… Meydanda bir anıt, havuza benzettiğim bir yapı… İçinde sürekli akan bir su. Tabelaya yaklaşıp okuyorum. Meydanda 1869-70 yıllarında inşa edilmiş eski bir sinagog varmış, 9 Kasım 1938 gecesinde Freiburg Nazi subayları sinagogu yakıyor, sonrasında sağlık teşkilatı yangın yerini kapatıyor ve öldürülen Yahudilerin anısına bu yeri yapıyorlar. Hikâyeye dalmışken birden meydan okuyan bir ritimle irkiliyorum. Orta yaşın üzerinde bir adam, ritim içinde bir şeyler bağırıyor. Ne dediğini anlamıyorum. Barbaros’a bu nedir diyorum ve bana adamın her akşam buraya geldiğini ve ölen Yahudiler adına haykırdığını, hâlâ soluk alıp verdiklerini ve orada olduklarını anlatmaya çalıştığını söylüyor. Yahudi’nin azmi aklımda ayrılıyoruz meydandan. Biraz sonra yerde sarı metal plakalar görüyorum. Şehrin her yerindeler. Yere eğiliyorum. Yaklaşıyorum ve anlıyorum ki bu plakalar da Yahudilerin anısına yerlere sabitlenmiş. Birini okuyorum: Chaskel Frank burada oturuyordu. 1883’de doğdu, 1938’de tutuklandı, toplama kampına götürüldü ve 1944’te orada öldürüldü. Bir sürüler. Barbaros bununla ilgili bir anısını anlatıyor. Yaşlı bir adam görmüş, elinde bir kova dolusu yağ ve bezle ağır ağır yürüyen bu adam, gördüğü her metal plakanın önünde diz çöküyor, bu plakaları siliyor ve birinden diğerine koşuyormuş. Yahudi’nin azmi aklımda, yürüyoruz.
Çok yoruldum. Sağ ayağıma müthiş bir ağrı giriyor ve topallamaya başlıyorum. Dönelim diyorum. Dönüş yolunda Türkçe yazılmış bir duvar yazısı görüyoruz. Gülümsüyorum. Arabaya atlıyoruz, Barbaros’u evine bırakıyorum, vedalaşıyoruz. Mehmet hocayı arıyorum hazır olsun diye. Ebirngen’e ulaşınca onu da alıyorum ve yaklaşık üç buçuk saat sürecek olan Mühlheim yolculuğuna başlıyoruz. Mehmet hocanın yarın uçağı var Türkiye’ye, bileti Frankfurt kalkışlı almış. Hava çok fena. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor ve sürüyorum, ayağımda inanılmaz bir ağrı ile.
[1] Dönere hayır anlamında.