ELBE NEHRİ
Blankenese’den Bakış
Soldadır Hamburg. Bir sürü pusun olduğu yerde. Ve bu pus, birçok gürültüden, bir sürü insandan ve orada olan bir sürü maslahattan gelir Hamburg’a.
Finkenwerder ise üsttedir. Ancak Finkenwerder küçüktür; çünkü o büsbütün üsttedir ve büyük nehir vardır aralarında. Hem üstte, oldukça uzaktır o.
Birkaç çift ev ve bazen bir cadde yahut bir ark vardır sağda. Sonra hemen orada Kuzey Denizi bulunur. Ve birçok pus vardır orada. Orda olan birçok sudan.
Sol, üst ve sağ cenah aynen böyledir. Hamburg ve Finkenwerder ve Kuzey Denizi. Peki ya arka taraf?
Birkaç çayır ve birkaç orman var arkada. Çayırlarda ve ormanlarda inekler, inek dışkıları, sis, geceler var. Tavşan, güneş, funda ve mantar var. Kimi zaman saman çatılar var onların arasında, gübre yığınları, tilki kovukları, yağmur suyu birikintileri ve çarpık yollar. Ancak başka bir şey yok pek. Hem sonra orada, yakınlarda Danimarka var.
Yukarda sema var. İçinde yıldızlar var semanın.
Onun altında Elbe Nehri var. Ve orada, nehrin içinde de yıldızlar. Semadaki yıldızlar Elbe’nin içinde de var. Belki biz pek de uzak değiliz semadan. Blankenese’deki biz. Barmbek’teki, Bremen’deki, Bristol’da, Boston’da ve Brooklyn’daki biz. Ve burada, Blankenese’deki biz. Fakat burada altta, Elbe’de, Dinyeper’de, Sen’de, Sarı Nehir’de, Mississippi’de yüzen yıldızları görmek gerek elbette.
Peki ya Elbe Nehri? Kötü kokar. Aynı bir büyükşehrin bulaşık suyunun koktuğu gibi kötü kokar: patates kabuğu, sabun, vazodaki çiçek suyu, şalgam, lazımlık, klor, bira, balık ve fare boku kokar. Yani kötü kokar o, Elbe. Tam birkaç milyon insanın bulaşık suyunun kokabileceği gibi kokar. Aynen böyle kokar. Ve o, dünyada var olan hiçbir pis kokuyu atlamaz, kokar.
Gel gör ki çok uzakta olanlar ve onu özleyenler, onu sevenler derler ki güzel kokuyor Elbe. Hayat kokuyor. Burada, kayıp yerkürede memleket koyuyor. Almanya kokuyor. Ah, ve Hamburg ve bütün dünya kokuyor. Hem derler ki bu insanlar: Elbe. Bunu, bir kızın adını söyler gibi yumuşakça, elemle ve şehvetle söylerler. İşte böyle: Elbe!
Önceden kocaman gemiler vardı. Vapurlar, sandıklar, coşkun, gözyaşsız bir vedaya cesaret eden saraylar vardı. Akşamları, müthiş apartman binaları gibi, büyük nehirde cesurca tasarlanmış, yaratıcı, devasa katlı evler gibi duran ve geceye mahsus coşkulu rıhtıma karşı bir dinginlik, dünya canlılığı ve deniz yorgunluğu taşıyanlar. Bunlar vardı önceden, bu devasa, yüzen karınca tepeleri, milyonlarca ateş böceği tarafından aydınlatılan, rahat, alicenap ve emniyetli bir surette parıldayarak, yeşil ve kırmızı ve telaşlı bir akkor halinde olanlar. Onlar yaygaracı bir fanfar mızıkasıyla gürültülü, gözyaşsız, muhteşem bir varışı riske edebildiler. Varış ve çıkış: yürekli fanfar mızıkası. Böyleydi işte o zamanlar. Dün.
Onların tam bir yolculuk tutkusuyla, güçle ve cesaretle dünyanın geniş sularına bir gezintiye çıkıp çıkmadıkları ya da tamamen dünyevi bir solukla, dünyevi eşyalarla ve bilgelikle kıtalar arasındaki göletlerden geri dönüp dönmedikleri bilinemez; fakat onlar daima tam bir cesaretle dururlar Elbstrom’da. Mavnalardan yükselen koyu dumanlardan parıldayarak öksüren römorkörlerin arkasında devler; çiğnenemez, dağlık, coşkun hisarlar.
Daima aşırı bir cesaret ışıldardı binlerce lomboz pencere ağzından. Fazlalık bir sevinç onların Mußidenn-şapellerinin pirinç ağızlarından titrerdi daima. Bacaların gururlu ağızlarından dağılan ve homurdanan bereketli bir güç daima tokmaklardı ve buhar çıkarırdı. Sazan ağızlı sirenvari kulaklarından temiz havayı tıslayan güç. Gülen, şen, diri Elbe!
İşte böyle idi. O zamanlar. Dün.
Fakat bazen bazı dönemler vardır ve kimi zaman bu dönemler Hamburg’un gri pusundan daha gri dururlar bir hayli ihtiyarlamış, sonsuza kadar genç Elbe’nin üzerinde. Hem cesaret ve sevinç ve güç denizde kaldı. Sonra onlar yabancı, soğuk, tenha kıyılarda kayboldular. Kaybettiler onlar sevinci, cesareti ve gücü.
Küçük, kabarık insan enkazlarının; Blankenese’nin ya da Teufelsbrücke’nin gri-sarı, pis kumuna fırlatıldığının vaki olabildiği pus grisi, duman grisi, dünya grisi dönemlerdir bunlar. Tamamen akıp dolmuş, balık kokan-kötü kokulu, insan yabancısı ölülerin; Finkenwerder’in ya da Moorburg’un kamışına karşı çatırdadığı ve fısıldadığı dönemlerdir. Sonra bu gri günlerde sevenler, sevilmeyenler, umutsuzlar, yorgunlar, bedbahtlar, kendilerinden yaşamaya yönelik cesaretin uzaklaştığı intihar cüretkârları, mutsuzlar, dostsuzlar, Elbstrom’da sadece bir arkadaşa sahip olan, bir tek ölüme yönelik güç taşıyan güçsüzler vardı. Bunlar ve Elbe’nin sularında ölüm sarhoşu olan Elbe suları sarhoşlarının Altona’nın dubalarına ve Landungsbrücken’e karşı donuk, tehditkâr ve gürüldeyerek çarpması gri gecelerde oldu. Buna karşın onlar nefes gibi monoton ve düzenli bir şekilde, ritmik olarak, güm güm öterler. Çünkü Elbe’nin dalgaları, nehrin soluğu, şimdi ritmidir onların. Elbe’nin suyu onların kanıdır artık. Ve sonra gri gecelerde soğuk, kireçli insan cesetleri, Köhlbrand’ın ve Athabaskahöft’ün rıhtım duvarlarına karşı yakınarak dedikodu yaparlar. Onların tek fanfar mızıkaları insan balıkların üzerinden kuvvetle ve tam bir açgözlülükle vızlayarak uçan, teneke gibi çınlayan martı çığlıklarıdır. Gri dönemlerde böyleydi işte bu.
Denize aç dev sandıklar, okyanus bağımlısı apartman binaları, rüzgârla talimli saraylar çıkış ve varışla dolu yaygaracı bir fanfar mızıkasıyla şişman pirinç mızıkalar, su bağımlısı insan enkazları, ölüm arayan canlılar, dalga dostu, dalga aşığı su cesetleri veda ve mutlakıyetle dolu dar ağızlı Karabaş Martının boydak teneke çığlıklarıyla:
Neşeli, hüzünlü Elbe! Neşeli, hüzünlü hayat!
Ancak sonra akşamları, boğazlarına kadar macera özlemiyle dolu, kem küm ederek ve kıkır kıkır gülerek akıntının tüm soluklarını, onların tüm batırıp çıkarmalarını açığa vuran, bir gizemli duba ismini alan genç insanların gizemli ahşap kutularda durduğu silinmez, köklü, unutulmaz saatler gelir. Daima sağlam, sallanan dubaların üzerinde duracağız biz ve içimizde bir sevinç hissedeceğiz, içimizdeki cesaretin farkına varacağız ve içimizdeki gücü tanıyacağız. Tekrar tekrar dubalarda duracağız, hayatın macerasına yönelik cesaretle ve dünyanın soluğunu ayaklarımız altında hissedeceğiz.
Büyük Ayı göz kırpar üstümüzde, altımızda büyük nehir lıkırdar. Biz ikisinin ortasında dururuz: Gülen ışıkta, gecenin gri sisinde. Ve çok açız ve umutluyuz. Büsbütün sevgiye açız ve yaşam umudu ile doluyuz. Ve büsbütün ekmeğe açız biz ve karşılaşma umuduyla doluyuz. Büsbütün ayılmaya açız ve varış umuduyla doluyuz.
Ve biz tekrar tekrar gri dönemlerde yumuşak kokulu, şekerleme yapan, yaşam soluyan dubalarda ateşli açlığımızla ve kutsal umudumuzla duracağız.
Ve biz gri dönemlerde, yüzen sarayların olmadığı dönemleri, motorlu küçük tekneleri, balık avcılarını, kıyı paletlisini diliyoruz kendimiz için tam cesaretle. Bağırsaklarımızda yanan kötü bir içki, göğsümüzün çevresinde yumuşak, sıcak bir yün ve kalbimize bir macera diliyoruz. Çıkış için tam bir cesaret, veda için tam cesaret, fırtına ve deniz için tam cesaret diliyoruz.
Ve biz (büyük sandıkların olmadığı bu gri dönemlerde), tamamen navlunla ve deneyimle bir gün eve dönebilmek için yorgun bir şekilde, astımlı bir telaşla vücudunda Elbe’yi saflaştıran, geri dönen küçük trol teknelerini diliyoruz kendimiz için. Vatan hasretinin şehrine ve kandaki geri dönüşün şehrine bir kez sahip olmak için, muhteşem ve acılı bir şekilde Hamburg’u haykırmak için, hıçkırmak için, bir gün büsbütün eve dönebilmek için. Parçalamayı ve cırlayarak, fırçalayıp yıkayarak, sövüp sayarak ya da susarak rüzgâr yorgunluğuyla küçük trol teknelerini diliyoruz. Zevki, akıl almaz gözyaşı zevkini, bir gün bir liman şehrine geri dönen olmayı diliyoruz.
Ve biz akşamları sallanan dubalarda durduğumuzda -gri günlerde- yine deriz ki: Elbe! Bununla şunu kastederiz: Hayat! Biz kastederiz: ben ve sen. Söyleriz biz, bağırırız, iç çekeriz: Elbe. Ve şunu kastederiz: Dünya! Elbe deriz biz, biz umut edenler, açlar. Küçük, dilaver, değersiz, teslim edilmiş sadık kotraların madeni kalplerinin takırdamasını duyarız. Ancak tekrar gizlice duyarız biz mamut teknelerinin, kocamanların, muazzamların, devlerin trombonlarını. Titreyen küçük kotraları bir kırmızı ve bir yeşil gözle büyük nehirde görürüz akşamları. Ancak yine görürüz biz gizlice, biz yaşayanlar, açlar, umut edenler; lombozvari, ışık sarf eden, fanfar mızıkalı dev heykelleri, devleri, sarayları.
Akşamki, sallanan dubalarda duruyoruz biz, sükûneti, kabristanı hissediyoruz ve ölümü. Ama içimizde derinlerde tekrar duyuyoruz fırtınayı, gök gürültüsünü ve tersanelerin kükremelerini. İçimizde derinlerde hayatı duyumsuyoruz ve nehrin üzerinde susmak tekrar patlayacak, bir yalan gibi, gürültüden, gürültülü yaşamın zevkinden! Bunu hissediyoruz biz, içimizde derinlerde, akşamları fısıldayan dubalarda.
Elbe, şehir kokan, rıhtım dedikoducusu, sallanan, kum salyalı, martı kasketli, gri-yeşil, büyük, iyi Elbe!
Solda Hamburg, sağda Kuzey Denizi, önde Finkenwerder ve hemen arkada Danimarka. Etrafımızda Blankenese. Üstümüzde sema. Altımızda Elbe. Ve biz: bunların ortasında.
Wolfgang Borchert
Çev. Burak Ş. Çelik