Bu Bizim Manifestomuzdur

Bu Bizim Manifestomuzdur

Kask çıksın kask çıksın: – Biz kaybettik!

Bölükler dağıldı. Bölükler, taburlar, ordular. Büyük ordular. Sadece ölüler ordusu hala ayakta. Uçsuz bucaksız ormanlar gibi ayaktalar: karanlık, mor, tam sesli olarak. Ama toplar sert kemikli donmuş ilk hayvanlar gibi duruyorlar yerde. Çelikten morluk ve yenilmiş öfke. Ve kasklar pas tutuyor. Çıkarın pas tutmuş kaskları: Kaybettik biz.

Tencerelerimizde cılız çocuklar süt alıyor şimdi. Yağsız süt. Çocuklar donmaktan mor. Ve süt, yokluktan mor.

Bir daha asla bir ıslık sesine yanaşmayacağız ve emredersiniz demeyeceğiz hiçbir kükremede. Toplar ve çavuşlar böğürmeyecek bir daha. Ağlayacak, sıçacak ve şarkı söyleyeceğiz, canımız ne zaman isterse. Ama bir daha asla gürleyen panzerlerin şarkısını ve Edelweiß şarkısını söylemeyeceğiz. Çünkü panzerler ve çavuşlar kükremiyorlar artık ve aslanpençesi çürümüş kanlı bir cansızlık altında. Ve artık hiçbir general bize savaştan önce Sen demiyor. O korkunç savaştan önce.

Korkudan bir daha asla hissedemeyeceğiz kumu. (Hiçbir bozkır kumunu, hiçbir Ukrayna ve Sirenayka ya da Normandiya kumunu -ve bizim memleketimizin acı, kötü kumunu da!) Ve savaştan, bir daha asla beynimizde ve bağırsaklarımızda gezinen sıcak, harika bir hisse sahip olmayacağız.

Bir daha asla öyle mutlu olmayacağız ki bundan bir diğeri yanımızdadır. Sıcak ve orada ve nefes alıp veriyor ve geğiriyor ve geceleri yürüyüşte uğulduyor. Bir daha çingeneler gibi bir ekmeğe, beş gram tütüne ve iki kucak samana mutlu olmayacağız. Çünkü bir daha asla birlikte yürümeyeceğiz, çünkü bundan sonra artık herkes yalnız yürüyecek. Bu güzel. Bu zor. Artık geceleri yürüyüşte inatçı, hırıldayan diğerlerini yanına almayabilir o. Her şeye birlikte kulak verenleri. Asla bir şey demeyen, her şeyi sindirenleri.

Ve geceleri biri ağlamak zorunda olduğunda tekrar yapabilir bunu. Sonra artık şarkı söylemeye gerek duymaz o, korkudan.

Şarkımız caz şimdi. Bizim müziğimiz heyecanlı, telaşlı caz. Ve davulla çalınan sıcak, çılgınca harika şarkımız, tırtılsı, kazınmış. Ve bazen bir kez daha kendisiyle sefalete bağırılan, anneleri reddeden eski, santimantal asker çığlığı. Tüylü dudaklardan, ağzın armonika sacını titreterek sığınakların ve yük trenlerinin alacakaranlığına seslenen korkunç erkek korosu:

Erkeksi erkek şarkısı -topların mor deliklerinden korkudan bağıran çocukları duymadı mı hiç kimse?

Kahramanca erkek şarkısı -Juppheidi’yi pis, huysuz, tüylü, en gayretsiz olarak söylediklerinde kimse kalplerin hıçkırığını duymadı mı?

Erkek şarkısı, asker çığlığı, santimantal ve coşkun, erkeksi, gırtlak baslı, gençliğin de erkekçe bağırdığı: Anneden sonraki çığlığı duymadı mı hiç kimse? Maceracı adamın son çığlığını? Korkunç çığlığı: Juppheidi’yi?

Bizim Juppheidi’miz ve müziğimiz uçurum üstünde bize doğru esneyen bir danstır. Ve bu müzik cazdır. Çünkü bizim kalbimiz ve beynimiz aynı soğuk-sıcak ritme sahiptir: heyecanlı, çılgın ve telaşlı, dizginsiz.

Ve kızlarımız, ellerinde ve kalçalarında aynı ateşli nabzı taşıyorlar. Ve onların gülüşleri daha sıcak ve kırılgan ve klarnet sertliğinde. Ve onların saçları fosfor gibi çatırdıyor. Yanıyor. Ve kalpleri senkoplar yaşar, melankolik, vahşi. Santimantal. Kızlarımız böyledir işte: caz gibi. Ve geceler de böyledir, kız tıkırtılı geceler: caz gibi: sıcak ve telaşlı. Heyecanlı.

Bizim için kim yeni bir harmoni öğretisi yazıyor? Artık iyi huylu bir piyanoya ihtiyacımız yok. Biz kendimiz de zaten oldukça uyumsuzuz artık.

Kim bizim için mor bir çığlık yapıyor? Mor bir kurtarma? Sessiz bir hayata ihtiyacımız yok artık. Hayatımız gürültülü. İyi dilbilgisine sahip şairlere ihtiyacımız yok artık. İyi dilbilgisine sabrımız yok. Samimi, hıçkırıklı, hisli olan bir şeye ihtiyacımız var. Ağaca ağaç, kadına kadın derler ve evet derler ve hayır derler: gürültülü ve açık ve üç misli ve dilek kipsiz.

Noktalı virgüller için vaktimiz yok ve armoniler bizi yumuşak yapar ve sessiz hayatlar yener bizi: Çünkü mor geceler gökyüzümüzdür bizim. Ve mor, dilbilgisi için hiç vakit harcamaz, mor keskindir ve sürekli ve harikadır. Bacalar hakkında, çatılar hakkında: dünya: mor. Fırlatılmış bedenlerimiz üstünde gölgeli yalaklar: kar fırtınasında ölülerin mavi karlı göz çukurları, soğuk topların mor öfkeli gırtlakları -ve boynumuzda kızlarımızın mor derisi ve göğsün altında bir şey. Mor, geceleri açların iniltileridir ve öpenlerin kekemeleridir. Ve şehir her geceki mor fırtınada öylesine mor durur ki.

Ve gece tamamen ölü: Bizim gecemiz. Çünkü uykumuz büsbütün savaştan ibaret. Gecemiz büsbütün muharebe yaygarasının rüya ölümündedir. Ve geceleri bizde kalan mor kız, bunu biliyor ve onlar sabahları hala bizim gecemizin yokluğunun solgunluğunu yaşıyorlar. Ve bizim sabahımız büsbütün bir yalnızlıktan ibaret. Ve sonra bizim yalnızlığımız cam gibidir sabahları. Kırılgan ve serin. Ve apaçık. Bu, adamın yalnızlığı. Çünkü biz annelerimizi öfke kusan toplarda kaybettik. Sadece kedilerimiz ve ineklerimiz ve bitler ve solucanlar dayanıyor büyük, dondurucu yalnızlığa. Belki onlar bizim olduğumuz gibi yan yana değiller. Belki onlar dünyayla daha alakadardır. Bu ölçüsüz dünyayla. Kalbimizde neredeyse donacak olan.

Kalbimiz neyden dinleniyor? Kaçmaktan mı? Çünkü biz, ilk kez dün savaştan ve uçurumlardan değersiz bir kaçışla kaçtık. Bir el bombası deliğinden bir diğerine olan korkunç kaçışla, ana gibi kuyulara… Kalbimiz istirahatte hala bununla ve de korkuyla.

Uçurumlarının kargaşasında dinleniyorsun. Korkuyor musun? Mozart melodisinden kaos ilahisini ve Herms Niel’in kantatlarını duyuyor musun? Onu tanıyor musun tekrar, kan sarhoşu, giyinik, Baldur von Schirach ile kol kola? Landserlied’i duyuyor musun? Cazı ve Luther şarkısını duyuyor musun?

Sonra senin mor uçurumlarının üstüne durmaya çalışmak. Çünkü çim hendeklerin ve tar çatıların arkasında duran sabah, senden ancak kendiliğinden gelir. Peki tüm bunların arkasında ne duruyor? Senin tanrı, akıntı ve yıldız, gece, ayna ya da evren ve Hilde yahut Evelyn diye adlandırdığın her şeyin arkasında -her şeyin arkasında hep sen kedin varsın. Buz gibi, yalnız. Acınacak halde. Büyük. Senin gülüşlerin. Sefaletin. Soruların. Cevapların. Hepsinin arkasında, üniformalı, çıplak ya da aksi halde giyinik, gölgeli bir surette sallanarak, kaybolarak, yabancı, nerdeyse korkak, umulmadık bir biçimde görkemli, devasa bir boyutta: Sen, kendin. Senin aşkın. Senin korkun. Ümidin.

Ve kalbimiz, bu acınacak halde olan muhteşem kas, kendisi artık dayanamadığında -ve kalbimiz bize içine düştüğümüz aşırı bir duygusallık içinde oldukça duygusal olmak istediğinde, biz bir hayli kaba olacağız. Yaşlı domuz deriz ona o zaman, en çok sevdiğimiz gibi yani. Ve rüyada gece de daima çalışan İsa ya da yumuşak huylu kişi geceleri: Sen, iyi ol! dediğinde inancımıza küstahça bir saygısızlık yapıyoruz ve soruyoruz: İyi, Bay İsa, peki ama neden? Biz ölü Iwan’ın siperlerinin önünde tanrının varlığında öylesine iyi uyuduk ki. Ve rüyada her şeyi M.Gs.’miz ile delik deşik ettik: Iwan’ınkini. Yeryüzünü. İsa’yı.

Hayır, bizim sözlüğümüz güzel değil. Ama kalın. Ve kötü kokuyor. Pudra gibi acı. Step kumu gibi ekşi. Bok gibi keskin kokulu. Ve cenk curcunası gibi gürültülü.

Ve hassas Alman Rilke kalbimizle, arsızca övünüyoruz. Kalbimizin hitap ettiği ve bize beklenmedik bir şekilde gözyaşları ayartan yabancı, kayıp kardeşimiz Rilke ile: ancak biz hiçbir gözyaşı okyanusundan şikâyetçi olmak istemiyoruz -her şeyi suda boğmak zorundayız. Kaba ve proleter olmak istiyoruz, tütüne ve domatese, ekmeğe ve mor yatağa -mor kızın içine kadar yaygaracı bir korkuya sahip olmak istiyoruz. Çünkü biz rilke tarzı olmayan, bizi muharebe kâbuslarından ve gecenin, kan taşıyan tarlaların, özlem dolu kanlı kızların mor uçurumundan kurtaran gürültülü, yüksek sesli ifadeyi seviyoruz. Çünkü savaş bizi sert yapmadı, inanmayın buna, kaba yahut rahat da. Çünkü biz dünya kadar ağır, balmumundan ölüler taşıyoruz cılız omuzlarımızda. Ve gözyaşlarımız asla bu savaşlardan sonrası kadar gevşekçe oturmuyorlar. Ve bu yüzden yankılanarak, palyaçoluk ederek caz müzik yapan, uçurumlarımız üstünde org çalan, mor, renkli ve belki budala olan yaygaracı, sesli, mor atlıkarıncaları seviyoruz. Ve bizim Rilke-kalbimizi -palyaço ötmeden önce- üç kez inkâr ettik. Ve annelerimiz acıklı olarak ağlıyorlar. Ama onlar, onlar geri çevirmiyorlar. Anneler değil!

Ve biz annelere söz vermek istiyoruz:

Anneler, ölüler bunun için ölü değiller: Pazar yerinde en iyi yerli taş ustasının yaptığı mermer savaş anıtı için -canlı çimlerle sarılı, dullar ve protez sahipleri için banklarla içeri. Hayır, bunun için değil. Ölüler bunun için ölü değil: Sağ kalanların tekrar iyi odalarda, bir sürü acemice fotoğrafa sahip ve Hindenburg portreli yeni ve aynı iyi odalarda yaşaması için. Hayır, bunun için değil.

Ve bunun için, hayır, ölülerimiz kanlarını karların üstüne bunun için akıtmadılar, soğuk ıslak karın üstüne, canlı, anaya mahsus kanlarını: Aynı lise öğretmenlerinin, babaların savaş için iyi bir biçimde onardığı çocukları genizden konuşturması. (Langemark ve Stalingrad arasında ancak bir matematik saati vardır.) Hayır, anneler, her savaşta on bin kez bunun için ölmediniz!

Bunu itiraf ediyoruz: Ahlakımızın artık yataklarla, papazlarla ya da kombinezonlarla işi yok -iyi olmaktan başka bir şey yapamayız artık. Ama kim ölçmek ister bunu, “İyi”yi? Ahlakımız hakikattir bizim. Ve hakikat ise ölüm gibi yeni ve serttir. Hem öylesine yumuşak, öylesine şaşırtıcı ve meşru. İkisi de çıplak.

Ahbabına gerçeği söyle, onu açlıkta soy, ama bunu ona söyle sonra. Ve çocuklarına kutsal savaştan hiçbir zaman bahsetme: Gerçeği söyle, olduğu gibi kırmızıca söyle: kanla dolu ve namlu yangınlı ve yaygaralı. Geceleri kızı daha çok aldat ama sabahları, sabahları gerçeği söyle: sonsuza kadar gideceğini söyle. Ölüm gibi iyi ol. Zararı yok. Bozuk. Ebedi. Parti, kayıp ve fazlası asla.

Çünkü biz hayırdiyenleriz. Ancak umutsuzluktan hayır demiyoruz biz. Bizim hayırımız protestodur. Öperken rahat değiliz, biz nihilistler. Çünkü biz hiçbir şeye girerek bir evet inşa etmeliyiz. Evler inşa ediyoruz hayırlarımızın açık havasına, uçurumların üstünde, hunilerin ve hunilerin üstünde ve ölülerin açık ağızlarının üstünde: Evler inşa ediyoruz nihilistlerin temiz havasına, tahtadan ve beyinden evler ve taştan ve düşüncelerden evler.

Çünkü Almanya denen bu dev çölü seviyoruz biz. Şimdi bu Almanya’yı seviyoruz biz. Ve en çok şimdi. Ve Almanya civarında ölmek istemiyoruz. Almanya civarında yaşamak istiyoruz. Mor uçurumlar üstünde. Bu ısırgan, acı, vahşi yaşamı. Onu bu çöl için üstümüze alıyoruz. Almanya için. Hristiyanların İsa’yı sevdiği gibi sevmek istiyoruz biz de bu Almanya’yı: Acıları için.

Çocukları için bombaları doldurmak zorunda olan bu anneleri sevmek istiyoruz. Bu acı için sevmek istiyoruz onları.

Ve şimdi tekerlekli sandalyede kahramanlarını gezintiye çıkaran gelinleri, flaşsız üniformaları olmadan -acıları için.

Ve kahramanları, kendileri için aydınlık bir gün olmamış olan ve hiçbir savaşı kötü olmamış olan Hölderlin kahramanlarını, -onların kırılmış onurları için, yeniden boyalı, kutsal gece bekçisi varlığı için- sevmek istiyoruz.

Ve karanlık bir parkta bir bölüğü aşındıran, şimdi hala bok diyen, hastaneden hastaneye hac etmek zorunda olan kızı sevmek istiyoruz, acıları için. Ve şimdi daha fazla gülmeyi asla öğrenemeyecek olan askeri -ve torunlarına geceleri onlardan önce, büyük baba M.G.’den önce otuz bir ölüden bahseden, -korkuya, sefalete ve tevazua sahip olanların hepsini tüm perişanlıklarıyla sevmek istiyoruz. Hristiyanların İsa’yı sevdiği gibi sevmek istiyoruz onları: Acıları için. Çünkü onlar Almanya’dır. Ve bu Almanya biz kendimiziz de. Ve bu Almanya’yı biz hiçbir şeyde, uçurumlar üstünde yeniden inşa etmeliyiz: Sefaletimizden, sevgimizle. Çünkü bu Almanya’yı gerçekten seviyoruz biz. Şehirleri enkazlarıyla birlikte nasıl seviyorsak kalpleri de acılarının külleriyle birlikte sevmek istiyoruz. Yanmış gururlarıyla, kömürleşmiş kahraman kıyafetleriyle, yanmış inançlarıyla, parçalanmış güvenleriyle, harap sevgileriyle. Şimdi on sekiz ya da altmış sekiz olsalar da her şeyden önce anneleri sevmeliyiz biz, çünkü annelerin bize enkazdaki bu Almanya için güç vermesi gerek.

Aşk bizim manifestomuzdur. Şehirlerdeki taşları sevmek istiyoruz, güneşin hala ısıttığı bizim taşlarımızı, savaştan sonra tekrar ısıttığı taşları.

Ve büyük livermonyum gazını tekrar sevmek istiyoruz, hala ormanlarda şarkı söyleyen bizim gazımızı. Ve devrik balkonlarda da şarkı söylüyor o.

Ve arkasında Rilke şiirleri olan sıcak sarı pencereler -Ve içinde mor aç çocuklar olan sıçanlı kilerler -Ve içinde hala insanların yemek yediği kartondan ve tahtadan kulübeler, bizim insanlarımız, hala uyuyan. Ve bazen hala şarkı söylüyorlar. Ve bazen ve bazen hala gülüyorlar.

Çünkü bu Almanya. Ve bunu sevmek istiyoruz, biz, paslanmış kasklarımızla ve burada, dünyada kaybolmuş kalplerimizle.

Evet, evet: Biz bu çıldırmış dünyada hala tekrar, defalarca sevmek istiyoruz!

Wolfgang Borchert

Çev. Burak Ş. Çelik

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Instagram
Takip Edin!